Sonunda ak olan 6 harfli 269 kelime var. AK ile biten kelimeler listesini inceleyerek aradığınız kelimeleri bulabilirsiniz. Türkçe araştırmalarınızda, scrabble oyununda bu kelimeleri kullanabilirsiniz. Ayrıca İçinde ak olan kelimeler listesine ya da başında ak olan kelimeler listesine gözatmak isteyebilirsiniz. Ayrıca şunu da deneyebilirsiniz, işlerinizi kolaylaştıracak bir kelime bulucu : Kelime bulma makinesi
Harf Sayısına Göre Kelimeler
Daha kapsamlı sonuç için lütfen kelime bulma makinesini kullanın.
Bazı kelimelerin anlamları (Kaynak : TDK)
- DONMAK
-
-
[nsz]
Sıvı, soğuğun etkisiyle katı duruma gelmek, buz tutmak
-
Yaşamını yitirmek, soğuktan ölmek
- "Donmak üzere olan insanların tatlılığını içimde duymaya başladım." (Sait Faik Abasıyanık)
-
Çok üşümek
-
Bitki soğuktan zarar görmek, yararlanılmaz duruma gelmek
-
Kimyasal bir etki ile katılaşmak
- "Çimento ve alçı çabuk donar."
-
Eriyik durumda bulunan bir metal katı duruma geçmek
-
Beklenmedik bir durum karşısında birden hareketsiz kalmak
- "Salonun içinde kimse kımıldayamadı. Hepsi olduğu yerde dondu. Taş kesildi." (Ömer Seyfettin)
-
Gelişmemek, yeniliklere açık olmamak
- "Bütün kafaların donmuş, taşlaşmış olmasını istiyorlar." (Çetin Altan)
-
[nsz]
Sıvı, soğuğun etkisiyle katı duruma gelmek, buz tutmak
- DUYMAK
-
-
[-i]
Bilgi almak, öğrenmek, haber almak
- "Yaptıklarını duydum."
-
İşitmek, ses almak
- "Çamaşırcı Fatma kadın annemin duymayan kulaklarına yalvarıyor." (Yusuf Ziya Ortaç)
-
Dokunma, koklama vb. duyularla algılamak, hissetmek
- "Yüzme denilen mucizeyi ancak beş altı sene sonra avuçlarımızın içinde duyabilecektik." (Bedri Rahmi Eyuboğlu)
-
Nesnelere dokunmakla onların sıcaklık, soğukluk, sertlik, ağırlık, hareket vb. fizik durumlarından bilgi edinmek, hissetmek
- "Elimin üzerinde bir böceğin gezdiğini duydum."
-
[nsz]
Bir ruh durumu içine girmek
- "Hakiki bedbahtlar, sefaletlerini birdenbire açığa vurmaktan utanç duyarlar." (Reşat Nuri Güntekin)
-
[nsz]
Sezmek, fark etmek, hissetmek
- "Güzel olmasın fakat ruhu olsun, bir şey duysun." (Hüseyin Cahit Yalçın)
-
[-i]
Bilgi almak, öğrenmek, haber almak
- PARMAK
-
-
[isim]
İnsanda ve bazı hayvanlarda ellerin ve ayakların son bölümünü oluşturan, boğumlu, oynak, uzunca organların her biri
- "Uzun, sinirli parmakları locanın kenarında uzanmış, boksörün kulağını koparıyordu." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Hele geçen gün o Meşincioğlu Kerim Bey'e yaptığın işe parmak ısırdım." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Bu küçük beldede kocaman işler göreceğini, herkese parmak ısırtacak eserler çıkaracağını zannediyordu." (Refik Halit Karay)
- "Ne istersin çocuk, çocuktan? dedi. Daha parmak kadar, kemikleri kırılacak, öyle ince." (Orhan Kemal)
-
[sıfat]
Eni bu organ kadar olan
- "Değneği iki parmak kısaltmalı."
- "Bu arada benim öteden beri gözüme çarpan bir noktaya şimdi parmak basacağım." (Burhan Felek)
-
[sıfat]
Koyu sıvılara daldırıp çıkarıldığında bu organa bulaşan miktar kadar olan
- "Bir parmak bal."
-
Bir tekerleğin merkezinden çemberine kadar uzanan çubukların her biri
-
İnç
-
Bir işe karışmış olma ilgisi
- "Bu işte onun parmağı var."
-
Arşının yirmi dörtte biri
-
[isim]
İnsanda ve bazı hayvanlarda ellerin ve ayakların son bölümünü oluşturan, boğumlu, oynak, uzunca organların her biri
- SARMAK
-
-
[-i]
Çevresini çevirmek, çepeçevre dolanmak, çevrelemek
- "Bak o zaman nasıl yakınlaşacaksınız. Güven nasıl sarıp sarmalayacak ikinizi." (Adalet Ağaoğlu)
-
Kuşatmak, çevirmek, ihata etmek
- "Ordu düşmanı sardı."
-
Dolayında yer almak
-
Yayılıp etkisi altına almak, kaplamak
- "Kültür düşüklüğündeki çöküş, yaygın bir hastalık gibi sarar toplumu." (Necati Cumalı)
-
Örtmek
-
Kucaklamak
-
Yumak yapmak
- "İpliği sarmak."
-
Şerit, ip vb. şeyler dolaşmak
-
Kâğıt veya bir bitki yaprağıyla dürmek
- "Dolma sarıyorum diye yaprağı parmağıma doladım." (Hüseyin Rahmi Gürpınar)
- "Sardığı sigarayı tabakasına yerleştiriyor." (Tarık Buğra)
-
[-e]
Sarılıp tırmanmak
- "Asma çardağı sardı."
-
[-i]
Bir şeyi başka bir şeyin içine koyup onunla kaplamak
- "Kitabı kâğıda sarmak."
-
Taşıt tırmanmak, yükseğe doğru çıkmak
-
Saldırmak, hücum etmek
- "Faik Efendi biliyordu ki saracaklar hem de fena saracaklar." (Memduh Şevket Esendal)
-
Bir görev veya işin yerine getirilmesini başkasına yüklemek
-
Sözle saldırmak, tedirgin etmek
- "Evdekilerin hepsi bana sarıyor."
-
Hoşuna gitmek, zevkini okşamak
- "Bu canlılık, insanı on yıl önce görmüş olduğum muhteşem yazdan daha başka türlü sarıyordu." (Ahmet Hamdi Tanpınar)
-
[-i]
Çevresini çevirmek, çepeçevre dolanmak, çevrelemek
- IŞILAK
-
-
[isim]
Parıltı
-
[isim]
Parıltı
- YAVŞAK
-
-
[isim]
Bit yavrusu, sirke
-
Geveze, yılışık kimse
- "Sonra aynı yavşak, teklifsizlikle Binbaşı Ferit'in kadehini dikiyor." (Atilla İlhan)
-
[isim]
Bit yavrusu, sirke
- ÇALMAK
-
-
[-i]
Başkasının malını gizlice almak, hırsızlık etmek, aşırmak
- "İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan bedeviler dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı." (Falih Rıfkı Atay)
- "Bu Salih Araboğlu, tefecilikten, çalıp çırpmaktan para yapmış, uğursuz heriflerden biridir." (Memduh Şevket Esendal)
-
Vurarak veya sürterek ses çıkartmak
- "Bir yandan mızıka istiklal havasını çalıyordu." (Ruşen Eşref Ünaydın)
-
Bir müziği dinlemeyi sağlayan aleti çalıştırmak
- "Fevkalade zekidir; iyi dans eder, piyano çalar, tenis oynar, ata biner, avcıdır, kayakçıdır." (Refik Halit Karay)
-
[nsz]
Ses çıkarmak, ses vermek
- "Hafif hafif ıslıklar çalan sesi eski keskinliğini kaybetmiştir." (Reşat Nuri Güntekin)
-
Atmak, çarpmak, vurmak
-
Yoğurt yapmak için sütü mayalamak, katıp karıştırmak
- "Ana, inek sağar; yoğurt çalar, yayık vurur." (Tarık Buğra)
-
Üzerine sürmek
- "Ekmeğin üzerine yağ çaldı."
-
[-i]
Bozmak, zarar vermek
-
[-i]
Kumaşın bir parçasını kesmek
-
Madeni oymak, kalemle işlemek
-
[-e]
Benzemek, andırmak
- "Geniş alınlı, kırmızıya çalar, kahverengi saçlı, altın dişli tuhaf bir delikanlı gülümsedi." (Sait Faik Abasıyanık)
-
Zamanı boşa harcatmak, ziyan edilmesine yol açmak
-
[-i]
Süpürmek, temizlemek
- "Tozu çalmak."
-
[-i]
Başkasının malını gizlice almak, hırsızlık etmek, aşırmak
- KAYTAK
-
-
Kuytu
-
Sözünde durmayan
-
Yağcı, dalkavuk, numaracı
-
Kuytu
- OKUMAK
-
-
[-i]
Yazıya geçirilmiş bir metne bakarak bunu sessizce çözümleyip anlamak veya aynı zamanda seslere çevirmek
- "Bana umutsuz bir sesle son raporları okudu." (Falih Rıfkı Atay)
- "Gerçi her gece yatmadan evvel okuyup üflerse de çok geçmeden yine uyanır ve kalkardı." (Abdülhak Şinasi Hisar)
-
[nsz]
Yazılmış bir metnin iletmek istediği şeyleri öğrenmek
- "Gazete bile okumak istemiyorum." (Burhan Felek)
-
[nsz]
Bir konuyu öğrenmek için okulda, bir öğretmenin yanında veya yazılı şeyler üzerinde çalışmak, öğrenim görmek
- "Çabuk dil öğrenmedi, okumak istemedi." (Halide Edip Adıvar)
-
[nsz]
Şarkı, türkü, şiir vb.ni sesli olarak veya ezgi ile söylemek
- "Salon boşalmaya başladı, biz şiirler okuyup dinliyoruz." (Refik Halit Karay)
-
[nsz]
Bir şeyin anlamını çözmek
- "Şifre okumak."
-
Hastalığı iyi edeceğini ileri sürerek okuyup üflemek, üfürükçülük etmek
-
Bazı belirtilerle bir anlamı, gizli bir duyguyu anlamak, kavramak
- "Yüzünü benden saklıyor. Niçin? Çehresinde, melalinde aşkının matemini okumayayım, diye mi?" (Ömer Seyfettin)
-
[nsz]
Sövmek, küfretmek
-
Bir yere çağırmak, davet etmek, okuntu göndermek
-
[-i]
Yazıya geçirilmiş bir metne bakarak bunu sessizce çözümleyip anlamak veya aynı zamanda seslere çevirmek
- YALPAK
-
-
[sıfat]
Sokulgan, cana yakın
-
[isim]
Dalkavuk
-
[isim]
Sarp yer, uçurum
-
[sıfat]
Sokulgan, cana yakın
- YORMAK
-
-
[-i]
Yorgun duruma getirmek
- "Teknik teferruatla okurlarımı yormak istemiyorum." (Falih Rıfkı Atay)
-
Sıkıntıya sokmak, üzmek
- "Ömer, kalbimi en çok yoran bir sima gibi hatırımda kaldı." (Halide Edip Adıvar)
-
[-i]
Yorgun duruma getirmek
- BAKMAK
-
-
Bakışı bir şey üzerine çevirmek
- "Zamanla nasıl değişiyor insan / Hangi resmime baksam ben değilim." (Cahit Sıtkı Tarancı)
- "Bak, bu söylediğin doğru!"
- "Bak bak, neler olmuş da haberimiz yok!"
- "Kim olduğumu anlasın bakalım!" (Yusuf Ziya Ortaç)
-
Aramak
- "Bak şu işe!"
- "Akşam oluyor, baksana hava karardı."
-
Bir şeyin yüzü bir yöne doğru olmak
- "Limana bakan penceresinden deniz görünürdü." (Orhan Veli Kanık)
- "Adamın aklına bak! Lafa bak! Kılığa bak!"
-
Bir şeyin gelişmesi veya iyi bir durumda kalması için emek vermek
-
Beslemek, geçindirmek
- "Üç çocuklu bir aileye bakıyor."
-
Bir iş birinden beklenmek
- "Evin bütün işleri bana bakıyor."
-
Hastayı muayene etmek
-
Tedavi etmek için ilgilenmek
-
Yoklamak, incelemek, denemek
- "Git bak bakalım, evdeler mi? Şu hesaba sen de bak. Yemeğin tadına bakar mısınız?"
-
Bir işi yapmak, bir işi yapmakla görevli olmak
- "Pasaport işine polis bakar."
-
[nsz]
İlgilenmek
- "Baktılar, ettiler, ilaç, tedavi, faydası olmadı." (Erhan Bener)
-
Uğraşmak, meşgul olmak
- "Çocuğum, sen derslerine bak."
-
Yapılabilmesi bir şeye bağlı bulunmak
- "Bu iş beş bin liraya bakar."
-
Gözetmek, korumak
-
Renklerde benzemek, andırmak
- "Bu kumaşın rengi yeşile bakıyor."
-
Önem vermek, önem vererek üzerinde durmak
- "Aşka kutsal gözle bakanları üzmekten korkarım." (Refik Halit Karay)
-
[nsz]
Anlamak, farkına varmak
- "Bazı akşamlar bakarım Halil savuşur, nereye gittiğini de kimseye söylemez." (Memduh Şevket Esendal)
-
Başka bir şeyle ilgilenmeyip elindeki veya önündeki işle uğraşır olmak
- "Yemeğini yemene bak! Vaktini boş geçirmemeye bak!"
-
[nsz]
Bebeğin veya çocuğun eğitim ve bakımıyla ilgilenmek
- "Kadınlar, iş dönüşü çocuk bakıyor, yemek hazırlıyorlardı, o yorgunlukla." (Necati Cumalı)
-
Bakışı bir şey üzerine çevirmek
- KIRMAK
-
-
[-i]
Sert şeyleri vurarak veya ezerek parçalamak
- "Taşları kırmak. Bardağı kırmak."
- "Kaşla göz arasında ellerine geçirdiklerini kırıp dökmeye koyulmuşlardı." (Atilla İlhan)
- "Pakize'nin kırıp geçirdiği bir şeyi görmekten hasıl olacak tesiri temaşaya gelen çocuklara..." (Halit Ziya Uşaklıgil)
- "Düğüne kimlerin çağrıldığı anlaşılmaz, ne hediye gönderileceği de belli olmaz. Olmaz ama hepsi çağrılmıştır, hepsi de kırıp sarar, birer hediye alır yollar." (Memduh Şevket Esendal)
-
İri parçalara ayırmak
- "Adamın her akşam yarım kiloyu devirdikten sonra ortalığı kırıp geçirmesinden perişan oluyorlar." (Çetin Altan)
-
[nsz]
Belirli bir biçimde katlamak
- "Forma kırmak."
- "Hoşsohbet, şakacı bir insan olduğu için Kâzım Bey'le kaynatasını kahkahadan kırıp geçirir." (Salâh Birsel)
-
Öldürmek, yok olmasına neden olmak
- "Bu yıl soğuk hayvanları kırdı."
- "Bir İspanyol şarkıcı var. Beyoğlu'nu kırıp geçiriyor." (Halide Edip Adıvar)
-
Bir şeyin fiyatını azaltmak, indirmek
- "Firma verdiği teklif fiyatını son dakikada bir yüzde yirmi daha kırıyordu." (Haldun Taner)
-
Dileğini kabul etmeyerek veya beklenmeyen bir davranış karşısında bırakarak gücendirmek, incitmek
- "Sizin hatırınızı kırmamak için işte gelip misafir oluyorum; fakat bu yaşımda misafirle uğraşacak hâlim yok." (Halit Ziya Uşaklıgil)
-
Tavlada karşı oyuncunun pulunu oyun dışında bırakmak
-
Vücut kemiklerinden birini parçalamak
- "Ayol, yapma, gel, düşüp bir yerini kıracaksın!" (Osman Cemal Kaygılı)
-
Tahılı iri ve kaba öğütmek
-
[-e]
Hareket durumundaki canlının veya taşıtın yönünü değiştirmek, çevirmek, döndürmek
- "Ne tarafa doğru meyil varsa gidonu o tarafa doğru kıracaksınız ki bisiklet doğrulsun." (Burhan Felek)
-
[nsz]
Daha iyi bir sonuç elde etmek
- "Tam en az elli bin satıp rekor kıracak." (Aka Gündüz)
-
Yok etmek
- "Direncini kırmak. Hevesini kırmak."
-
Gücünü, etkisini azaltmak
- "Birkaç gün evvel yağan yağmur sıcağı kırmamış." (Burhan Felek)
-
Kaçmak, uzaklaşmak
-
[nsz]
Değerinden düşük fiyata almak
- "Bono kırmak. Çek kırmak."
-
[-i]
Sert şeyleri vurarak veya ezerek parçalamak
- VURMAK
-
-
[-e]
Elini veya elinde tuttuğu bir şeyi bir yere hızla çarpmak
- "Masaya vurmak. Birinin başına vurmak."
- "Komşu konaklarda vur patlasın çal oynasın saz âlemleri devam ediyor, uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu." (Ömer Seyfettin)
-
[-i]
Ses çıkarmak için bir şeyi başka bir şey üzerine hızlıca çarpmak
- "Kapılarını vurmadan, kartını göstermeden, kademeye aldırmadan odalara giriyor." (Refik Halit Karay)
-
Etkisi bir yere kadar uzanmak, sokulmak, girmek, duyulmak, yansımak, aksetmek
- "Yıkık damından içeriye parça parça güneş vurur." (Refik Halit Karay)
-
[-i]
Hızla değmek, çarpmak
- "Kolumu duvara vurmuşum."
-
Sürmek
- "Duvara boya, tahtaya cila vurmak. Yakı vurmak."
-
Takmak, koymak
- "Seni buradan ellerine kelepçe, ayaklarına zincir vurup öyle götürecekler!" (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
-
Bağlama, ilişkilendirmek
- "Bohçacı ve yazmacı kadınların tuhaflığına vurarak etrafını alırlar." (Refik Halit Karay)
-
Olduğundan başka biçimde görünmek
-
[nsz]
Batıcı veya kesici cisimleri saplamak, kakmak
- "Bıçak vurmak. İğne vurmak."
-
[nsz]
Uygulamak, basmak, koymak
- "Damga vurmak."
-
Ses çıkarmak, ses vermek, çalmak
-
[-i]
Amaçladığı şeye rast getirmek
-
[-i]
Hızla çarpmak
- "Ayağını güm güm yere vurarak."
-
[-i]
Silahla yaralamak, öldürmek
- "Bir gün kızı kurtarmışlar, ayıyı vurmuşlar, kızı saraya götürmüş, padişahın oğluna vermişler." (Halide Edip Adıvar)
-
Dokunmak, hasta etmek
- "Kömür başına vurdu."
-
[nsz]
Soğuk, dolu vb. ürünlere zarar vermek
- "Sebzeleri soğuk vurdu. Meyveleri dolu vurdu."
-
[nsz]
Kalp, vuru durumunda olmak, çarpmak
- "Kalbi öylesine kopacakmış gibi vuruyordu." (Haldun Taner)
-
Piyango vb. çıkmak, isabet etmek
-
Üzerinde görünmek, üzerine düşmek
- "Ağacın gölgesi duvara vuruyor."
-
[-i]
Desteklemek, dayamak
- "Akşam olunca kapının desteğini vurduk."
-
Çıkmak, görünmek
- "Su dışarı vurdu."
-
Sırtına, omzuna yerleştirmek
- "Hamalın biri sırtına koca bir ayna vurmuş götürüyordu." (Haldun Taner)
-
Bir şeyi başka bir şey üzerine koymak
-
Tavla oyununda pulu kırmak
-
Çok etki etmek, yaralamak
-
İçki içmek
-
[-i]
Herhangi bir biçimde haksız yoldan para almak, soymak
- "Birinin on milyon lirasını vurmak."
-
[-i]
Çarpma işlemini yapmak
- "İkiyi dörde vurursak sekiz eder."
-
[-e]
Elini veya elinde tuttuğu bir şeyi bir yere hızla çarpmak
- ÇAYLAK
-
-
[isim]
Yırtıcılardan, uzun kanatlı, çengel gagalı, küçük kuşları ve fare gibi zararlı hayvanları avlayan, tavuk büyüklüğünde bir kuş (Milvus migrans)
-
[sıfat]
Toy, deneyimsiz, acemi (kimse)
-
[isim]
Yırtıcılardan, uzun kanatlı, çengel gagalı, küçük kuşları ve fare gibi zararlı hayvanları avlayan, tavuk büyüklüğünde bir kuş (Milvus migrans)
- KARMAK
-
-
[-i]
Karıştırmak, birbirine katmak
-
[nsz]
Toz durumundaki bir şeyi sıvı ile karıştırarak çamur veya hamur durumuna getirmek
- "Yapı için harç karmak. Boya karmak."
-
[-i]
Karıştırmak, birbirine katmak
- KAYRAK
-
-
[isim]
Ekime elverişli olmayan, taşlı, kumlu toprak
-
Yassı, düz taş
-
Bileği taşı
-
Kayağan taş
-
[isim]
Ekime elverişli olmayan, taşlı, kumlu toprak
- DAZLAK
-
-
[sıfat]
Başında saçı olmayan (kimse, baş)
- "Işığı, donuk donuk yansıtan dazlak bir kafa." (Atilla İlhan)
-
[sıfat]
Başında saçı olmayan (kimse, baş)
- BARÇAK
-
-
[isim]
Kılıç kabzasının siperi
-
[isim]
Kılıç kabzasının siperi
- YANMAK
-
-
[nsz]
Birleşiminde karbon bulunan maddeler, ısı ve ışık yayarak kül durumuna geçip yok olmak
- "Yanan ormanların yerine yeni orman yetiştirilir..." (Anayasa)
- "Bir babam olduğunu, nasıl yana yana istediğini size anlatamam." (Memduh Şevket Esendal)
- "Herife bir tokat yahut bir yumruk yerleştiremediğine bile yandı durdu." (Peyami Safa)
- "Ali Safa Bey bir şeye çok yanıp yakılıyordu, işini daha gizli görebilirdi." (Yahya Kemal)
-
Ateş durumuna geçmek, tutuşmak
- "Kömür yandı. Ocaktaki odun yandı."
- "Her şeyden önce bir bakanlık koltuğuna kurulmak ihtirasıyla yanıp tutuştuğunu ve oraya varmak için her vasıtayı mübah saydığını sezip anlamamış mıydı?" (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
-
Isı, ışık veren bir konuma geçmek
- "Gece oldu ışıklar yandı, yatsı vakti geldi." (Memduh Şevket Esendal)
-
Bütünü veya bir bölümü ateş veya sıcaklığın etkisi ile bozulmak, kömür durumuna geçmek
- "Yemek yandı. Ekmek yandı."
-
Isı etkisiyle vücudun bir yanı yara olmak, kızarmak veya rengi koyulaşmak
- "Ateşe dokundu, eli yandı. Güneşten kolları yandı."
-
Vücut veya nesnelerin ısısı artmak
- "Ateşler içinde, günlerce titreyerek yanar." (Yusuf Ziya Ortaç)
- "Odamız yaz günleri çinkodan damın altında yanar durur." (Orhan Veli Kanık)
-
Parlamak, parıldamak
- "Birkaç batarya top, kızgın güneş altında pırıl pırıl yanıyor." (Falih Rıfkı Atay)
-
Birtakım etmenlerin etkisiyle işe yaramaz duruma gelmek
- "Kumaş boyadan yanmış. Ekinler dondan yanmış."
-
Yanık acısına benzer bir acı duymak
- "Boğazım yanıyor. Biberden ağzım yandı."
-
Kendini göstermek, çabalamak
- "Çocuklar, kendilerini beğendirmek için yanıyorlar." (Reşat Nuri Güntekin)
-
Çok üzülmek
- "Bu yaz tatil yapamayacağıma yanıyorum."
-
Çok sevmek, büyük bir aşk ile sevmek
-
Hükümsüz kalmak, değerini yitirmek
- "Vaktinde değiştirilmeyen kâğıt paralar yandı."
-
Zarara, kötülüğe uğramak
- "Maazallah, birimize kitaptan rastgele bir şey soracak olsa yandığımız gündü." (Haldun Taner)
-
Çocuk oyunlarında oyun dışı olmak
-
Bir bir sıralamak, dile getirmek, dert dökmek, anlatmak
- "Yazı yazmak, hayatımı anlatmak, kalbimi dökmek ihtiyacıyla yanıyorum." (Sermet Muhtar Alus)
-
[nsz]
Birleşiminde karbon bulunan maddeler, ısı ve ışık yayarak kül durumuna geçip yok olmak