İçinde l olan 3 harfli 105 kelime var. İçerisinde L harfi bulunan kelimeler listesini scrabble oyununda ya da Türkçe araştırmalarınızda kullanabilirsiniz. Bir de başında l harfi olan kelimeler listesine ya da Sonu l harfi ile biten kelimeler listesine gözatmak isteyebilirsiniz. Ayrıca şunu da deneyebilirsiniz, İşlerinizi kolaylaştıracak bir kelime bulucu : Kelime bulma makinesi
Harf Sayısına Göre Kelimeler
Daha kapsamlı sonuç için lütfen kelime bulma makinesini kullanın.
Bazı kelimelerin anlamları (Kaynak : TDK)
- LEB
-
-
[isim]
"Daha söze başlanırken ne denmek istenildiğini çabucak anlamak" anlamındaki leb demeden leblebiyi anlamak deyiminde geçen bir söz
- "Doğrusu leb demeden leblebiyi anlarmışsınız, demek ister." (Orhan Kemal)
-
[isim]
"Daha söze başlanırken ne denmek istenildiğini çabucak anlamak" anlamındaki leb demeden leblebiyi anlamak deyiminde geçen bir söz
- PUL
-
Kelime Kökeni : Farsça
-
[isim]
Posta parası karşılığı mektuplara, damga resmine karşılık kâğıtlara yapıştırılan, basılı küçük kâğıt parçası
- "Mektuplarına kendi pullarını yapıştırırlar, kendi memurlarıyla sevk ederlerdi." (Falih Rıfkı Atay)
-
Bazı giysilerde süs olarak kullanılan parlak, incecik, genellikle metal levhacık
- "Arkasında bir omzu tamamıyla açık, altın pul işlemeli bir akşam tuvaleti vardı." (Halide Edip Adıvar)
-
Tavla oyununda kullanılan, plastik, tahta vb.nden yapılmış yassı yuvarlak levhacık
-
Vida, cıvata vb. şeylerin boynuna geçirilen, ortası delik metal levhacık
-
Propaganda amacıyla kullanılan yazılı küçük kâğıt
-
Üzerinde bulunduğu organa yapışık, biçim ve yapıca çok basit yaprakların her biri
-
Balıkların, sürüngenlerin ve bazı kuşlarla memelilerin vücudunu kaplayan boynuzsu, sert levhacık
- "Bir adamla minimini bir kız çocuğu elleri balık pulu içinde balık avlıyordu." (Sait Faik Abasıyanık)
-
Akçeden küçük metal para
-
[isim]
Posta parası karşılığı mektuplara, damga resmine karşılık kâğıtlara yapıştırılan, basılı küçük kâğıt parçası
- YOL
-
-
[isim]
Karada, havada, suda bir yerden bir yere gitmek için aşılan uzaklık, tarik
- "Hayatta epeyce yol almış, çoluk çocuğa karışmış bir münevver olarak sürüden ayrılmaya korkuyordu." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Bütün günlerimiz için kendimize bir yol çizer, sonra her gün bunun aksine hareket ederiz." (Abdülhak Şinasi Hisar)
- "Elinde güçlü bir çıra vardı, onu yüksekte tutarak yolculara yol gösteriyordu." (Nezihe Araz)
- "Senin yolunu kesecek, engel olacak değilim." (Mahmut Yesari)
-
Karada insanların ve hayvanların geçmesi için açılan veya kendi kendine oluşmuş, yürümeye uygun yer
- "Bahçeleri bahçelere toprak yollar bağlardı." (Çetin Altan)
- "Biz benzincinin istihkakını düşeriz, siz de benzini alırsınız, diye yol gösterirler." (Memduh Şevket Esendal)
- "Yola öğle yemeğinden sonra çıktık." (Samim Kocagöz)
-
Genellikle yerleşim alanlarını birbirine bağlamak için düzeltilerek açılmış ulaşım şeridi
- "Yolda oynayan çocuklara ne olduğunu sordu." (Ömer Seyfettin)
- "Motorun yanaşmasını bekliyorum, yol kestiği için şimdi hiç gürültü etmiyor." (Zeyyat Selimoğlu)
- "Mademki bu işi yapamıyorsun, o hâlde başka işimiz yok derler, bana yol verirler." (Orhan Kemal)
- "Bir roman konusundan yola çıkarak Salâh Birsel'in 'Dört Köşeli Üçgen'iyle Orhan Kemal'in 'Murtaza'sı arasında bir akrabalık kuruverdi." (Selim İleri)
-
İçinden veya üstünden bir sıvının geçtiği, aktığı yer
- "Su yolu. Sel yolu."
- "Seniha'nın bu hareketi türlü türlü tefsirlere yol açtı." (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
-
Yolculuk
- "Yola çıkmak. Yoldan kalmak."
-
Gidiş çabukluğu, hız
- "Bu vapurun yolu az."
-
Davranış, tutum, gidiş veya davranış biçimi
- "Celal Bey'i sakal bırakma yolunda, kim, hangi örnek özendirdi diye çok düşünmüşümdür." (Haldun Taner)
-
Uyulan ilke, sistem, usul, tarz, tarik
- "Duyguların eğitimi de en iyi sanat yoluyla olur."
-
Kumaşta bulunan çizgi
-
Kez, defa
-
Gaye, uğur, maksat
- "Bu yolda çok emek harcandı."
-
Bir amaca ulaşmak için başvurulması gereken çare, yöntem
- "Bu işi yapmanın bir yolu vardır."
-
[isim]
Karada, havada, suda bir yerden bir yere gitmek için aşılan uzaklık, tarik
- İLE
-
-
[bağlaç]
Kelimenin sonuna geldiğinde birliktelik, beraberlik, araç, neden veya durum anlatan cümleler yapmaya yarayan bir söz
- "Çabuk bir süvari ile bana haber gönderiniz." (Ömer Seyfettin)
- "Güneşin batmasıyla beraber hava soğuyuverdi."
-
Bazı soyut adlara getirildiğinde durum bildiren zarflar oluşturan bir söz
- "Merhametle ona bakıyordu."
- "Mektup yazmakla beraber telgraf da çekti."
-
Cümle içinde aynı görevde bulunan iki ögeyi birbirine bağlamaya yarayan bir söz
- "Annesi ile (annesiyle) babası geldiler. Leyla ile Mecnun. Gelmeleri ile gitmeleri bir oldu."
- "Yıllarca çalışmakla beraber yine başaramadı."
-
[bağlaç]
Kelimenin sonuna geldiğinde birliktelik, beraberlik, araç, neden veya durum anlatan cümleler yapmaya yarayan bir söz
- LED
- ...
- FOL
-
Kelime Kökeni : Rumca
-
[isim]
Tavuğun istenilen yere yumurtlaması için o yere konulan yumurta veya yumurtaya benzeyen şey
- "Kız kardeşi ile Mahir daha ortada fol yok yumurta yokken gelin güveyi olmuşlar." (Hüseyin Rahmi Gürpınar)
-
[isim]
Tavuğun istenilen yere yumurtlaması için o yere konulan yumurta veya yumurtaya benzeyen şey
- İLA
-
-
[edat]
...-den, ...-e kadar
- "Sınıfın mevcudu on ila on beş kişi arasında değişiyor."
-
[edat]
...-den, ...-e kadar
- ÇUL
-
Kelime Kökeni : Arapça
-
[isim]
Genellikle kıldan yapılmış kaba dokuma
- "Geceleri Ali, bir çula bürünerek yatıyordu." (Ömer Seyfettin)
- "Muharrem, çulu epey düzmüş vaziyetteydi." (Sait Faik Abasıyanık)
-
Kıldan veya yünden yapılmış hayvan örtüsü
- "Ata çul örtmek."
- "Aranızdan ayrılalı bir ay var mı? Belki yok bile. Çulu derhâl düzelttim." (Reşat Nuri Güntekin)
-
Giyim, giysi
-
[isim]
Genellikle kıldan yapılmış kaba dokuma
- LÜK
-
Kelime Kökeni : Farsça
-
[isim]
Boyacılıkta kullanılan Hint zamkı
-
[isim]
Boyacılıkta kullanılan Hint zamkı
- KIL
-
-
[isim]
Bazı hayvanların derisinde, insan vücudunun belli yerlerinde çıkan, üst deri ürünü olan ipliksi uzantı
- "Hikmet Bey yaman adam, dikkat ettim, hiç istifini bozmadı, kılı kıpırdamadı." (Haldun Taner)
- "Senin gibi kılı kırk yaran bir kıza name beğendirme başarısından dolayı sevgiliniz beyefendiyi kutlarım." (Hüseyin Rahmi Gürpınar)
- "Her şeyi kılıfına uydurduktan sonra kılına halel gelmez." (Muammer İzgü)
- "Yüzlerce Berlinli kendisini seyrediyormuş gibi kılını kıpırdatmadan resim yapardı." (Salâh Birsel)
-
Keçi tüyü
-
[sıfat]
Keçi tüyünden yapılmış veya dokunmuş olan
- "Kıl kilim."
- "Sana kız mı verirler / Kıl şalvar giymeyincek." (H. Türküsü)
-
[sıfat]
Huysuz, geçimsiz (kimse)
-
Bitkilerde görülen, genellikle silindirimsi, içi boş, çok ince uzantı
-
[isim]
Bazı hayvanların derisinde, insan vücudunun belli yerlerinde çıkan, üst deri ürünü olan ipliksi uzantı
- LİG
-
Kelime Kökeni : Fransızca
-
[isim]
Küme
-
[isim]
Küme
- ALİ
-
Kelime Kökeni : Arapça
-
[sıfat]
Yüce, yüksek
- "Bu bizim en büyük, en şanlı, en ali bir günümüz, en mukaddes millî bayramımız." (Ömer Seyfettin)
-
[sıfat]
Yüce, yüksek
- BAL
-
-
[isim]
Bal arılarının bitki ve çiçeklerden topladıkları bal özünden yapıp kovanlarındaki petek gözlerine doldurdukları, rengi beyazdan esmere kadar değişen tatlı, koyu, sıvı madde
- "Nuri, şöyle böyle ama teyzen çok temiz bir kadına benziyor. Evin her tarafına bal dök de yala." (Hüseyin Rahmi Gürpınar)
- "Hacı Ferhat Efendi, Abdülhamit devrinin bal tutup da parmağını yalayanlarındandı." (Hüseyin Rahmi Gürpınar)
-
Olgunlaşmış incirin, dışına sızan tatlısı
- "Hepsi o kadar sahici ki telefonun öbür ucundaki, bal gibi inanıyor." (Talât Halman)
-
Ağaçların kabuğundan sızarak pıhtılaşan besi suyu
-
[isim]
Bal arılarının bitki ve çiçeklerden topladıkları bal özünden yapıp kovanlarındaki petek gözlerine doldurdukları, rengi beyazdan esmere kadar değişen tatlı, koyu, sıvı madde
- LAP
-
-
[isim]
Yumuşak ve ağır bir şey düştüğünde çıkan ses
- "Hamur lap diye yere düştü."
-
[isim]
Yumuşak ve ağır bir şey düştüğünde çıkan ses
- LEP
-
Kelime Kökeni : Farsça
-
[isim]
Dudak
-
Kenar
-
[isim]
Dudak
- DUL
-
-
[isim]
Eşi ölmüş veya eşinden boşanmış kadın veya erkek
- "Bebek'teki evinde bir dul kız kardeşiyle yalnız yaşar." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Hatice Hanım pek genç dul kalmış zengin bir hanımcağızdı." (Ömer Seyfettin)
-
[isim]
Eşi ölmüş veya eşinden boşanmış kadın veya erkek
- KOL
-
-
[isim]
İnsan vücudunda omuz başından parmak uçlarına kadar uzanan bölüm
- "Sade çocuğuna değil, eşine de kol kanat gerer, ona da analık eder." (Haldun Taner)
- "Bunlar şehir subaşısının adamları, dizdarlardı. Kol geziyorlardı." (Ömer Seyfettin)
- "Polis düdükleriyle yeniden fırladım. Meğer hırsızlar kola çıkmış." (Ragıp Akyavaş)
- "Selami de kolları paçaları sıvayıp Ali Naci'nin yardımına koşmuştu." (Yusuf Ziya Ortaç)
-
Vücudunun bu bölümünü saran bölümü
- "Kara yağız oğlan yalandan gözlerinin yaşını pembe mintanının kollarına siliyordu." (Osman Cemal Kaygılı)
- "İnsanı üşütmeyen, ılık gezginci bir yağmur bulutu ağır ağır kol geziyordu." (Tarık Dursun K)
-
Makinelerde tutup çevirmeye, çekmeye yarayan ağaç veya metal parça
- "Bazı ülkelerde sansürün kol gezdiği görülüyor." (Ahmet Kabaklı)
-
Koyun, dana, kuzu vb.nde ön ayağın üst bölümü
-
Ağaçlarda gövdeden ayrılan kalın dal
-
Bazı çalgıların elle tutulan sap bölümü
-
Koltuk, divan vb.nin yan tarafında bulunan dayanmaya yarayan parça
-
Bir şeyin ayrıldığı bölümlerden her biri, dal (I), kısım (II), şube, branş
- "Türk Dil Kurumunun bilim ve uygulama kolları."
-
Karakol
- "Lakin böyle kardan yolların örtüldüğü bu gecede, koldan korku yoktu. Rahatça eğlenebilirlerdi." (Refik Halit Karay)
-
İş takımı, ekip, grup
- "Öteki koldaki iki hamlacıdan birisi acınacak bir zayıflıktaydı." (Sait Faik Abasıyanık)
-
Kanat
- "Sağ kol. Sol kol."
-
Dizi, düzen
- "Yürüyüş kolu."
-
Bir halat oluşturan bükülmüş lif demetlerinden her biri
-
[isim]
İnsan vücudunda omuz başından parmak uçlarına kadar uzanan bölüm
- ÖLÜ
-
-
[sıfat]
Hayatı sona ermiş olan, artık yaşamıyor olan, diri karşıtı
- "Bir gün gelip ölülerimizi parayla taşıtacağımızda şüphe yok." (Memduh Şevket Esendal)
- "Arkadaşlarım ölü gibi uyuklarken, ben sabahlara kadar dans ediyordum." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Üç yıldır bizim oralarda kuraklık var. Hele bu yıl ölü gözü kadar rahmet görmedik." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Sevim, Beyhan'ın ölümü öp diye ısrarla getirdiği pastasından bir dilim yedi." (Haldun Taner)
-
[isim]
Ölmüş insan, müteveffa, mevta
-
[isim]
Hayvan leşi
- "Bir tavuk ölüsü."
-
Güçsüz
- "Ölü kandil."
-
Çok durgun, hareketsiz
- "Ölü kentler, boş kaleler, eski saraylar." (Necati Cumalı)
-
Ekileme gücü olmayan, canlılığı olmayan
- "Ölü bir konuşması var."
-
[sıfat]
Hayatı sona ermiş olan, artık yaşamıyor olan, diri karşıtı
- ÇÖL
-
-
[isim]
Kumluk, susuz ve ıssız geniş arazi, sahra, badiye
- "Koskoca çölü, yapı ve bahçelerle donattık." (Falih Rıfkı Atay)
-
[isim]
Kumluk, susuz ve ıssız geniş arazi, sahra, badiye
- LOP
-
-
[sıfat]
Yumuşak, yuvarlak ve irice
- "Lop et."
-
[sıfat]
Yumuşak, yuvarlak ve irice