Başında d olan 3 harfli 35 kelime var. D harfi ile başlayan kelimeler listesini scrabble oyununda ya da Türkçe ile ilgili araştırmalarınızda kullanabilirsiniz. Ayrıca İçinde d harfi olan kelimeler listesine ya da sonu d harfi ile biten kelimeler listesine gözatmak isteyebilirsiniz.
Karmaşık harflerden başında d bulunan kelimeleri bulmak için Kelime Bulma Makinesi'ni kullanabilirsiniz.
Harf Sayısına Göre Kelimeler
Daha kapsamlı sonuç için lütfen kelime bulma makinesini kullanın.
Bazı kelimelerin anlamları (Kaynak : TDK)
- DİP
-
-
[isim]
Oyuk veya çukur bir şeyin en alt bölümü
- "O kuyunun dibinde kireç vardır." (Sait Faik Abasıyanık)
- "Eline geçirince dibine darı ekmeden bırakmazsın." (Rıfat Ilgaz)
- "Hakkında söylenti çıkan, derhâl dibine kadar incelenir, ya mahkûm olur ya temize çıkardı." (Aydın Boysan)
- "Dibini kurcalıyorsun, ... birkaç merkez dışında Ege üreticisi çoğunluk küçük çiftçi, orta çiftçi!" (Atilla İlhan)
-
Taban
- "Tencerenin dibi."
-
Dikili duran bir şeyin yerle birleştiği nokta ve çevresi veya bir şeyin yanı başı
- "En çok kafam terlemişti, parmaklarımı saçlarımın diplerine sürdüm." (Sait Faik Abasıyanık)
-
Kapalı bir yerin kapıya göre en uzak bölümü
- "Karagöz perdesinin karşısına dizilmiş koltuklardan en diptekine oturdu." (Atilla İlhan)
-
Arka, kıç
- "Hepsi de tavuğun dibinden sabah sabah çıkmış, taptazedir." (Ercüment Ekrem Talu)
-
[isim]
Oyuk veya çukur bir şeyin en alt bölümü
- DUL
-
-
[isim]
Eşi ölmüş veya eşinden boşanmış kadın veya erkek
- "Bebek'teki evinde bir dul kız kardeşiyle yalnız yaşar." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Hatice Hanım pek genç dul kalmış zengin bir hanımcağızdı." (Ömer Seyfettin)
-
[isim]
Eşi ölmüş veya eşinden boşanmış kadın veya erkek
- DAĞ
-
-
[isim]
Yer kabuğunun çıkıntılı, yüksek, eğimli yamaçlarıyla çevresine hâkim ve oldukça geniş bir alana yayılan bölümü
- "Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden / Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin." (Faruk Nafiz Çamlıbel)
- "Yalnız Efe'den kimsenin şikâyeti yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırırmış ne de fidye istermiş." (Ömer Seyfettin)
- "Hay kör olası, dağların şenliği, bak şimdi de hanımın saksısını devirdi." (Memduh Şevket Esendal)
-
[isim]
Yer kabuğunun çıkıntılı, yüksek, eğimli yamaçlarıyla çevresine hâkim ve oldukça geniş bir alana yayılan bölümü
- DÖL
-
-
[isim]
Canlıların üremesi sonucu ortaya çıkan yeni birey veya bireylerin bütünü, zürriyet, nesil
- "Macarların çoğunun bize benzeyişinin bir nedeni de bu döl karışmasıdır." (Haldun Taner)
-
Yavru, çocuk
- "Yarenlik mi ediyordun, Kara Osman'ın dölüyle?" (Turan Oflazoğlu)
-
[isim]
Canlıların üremesi sonucu ortaya çıkan yeni birey veya bireylerin bütünü, zürriyet, nesil
- DİK
-
-
[sıfat]
Yatay bir düzleme göre yer çekimi doğrultusunda bulunan, eğik olmayan
- "Sağlam yapılı, dik duruşlu bir gençti o yıllarda." (Necati Cumalı)
- "Hiçbir şey söylemeden dik dik baktı." (Sait Faik Abasıyanık)
-
Yatık durmayan, sert
- "Dik saç."
-
Sert, kalın, tok (ses)
- "Sesi dik ve küstahtı, söylediklerini aşağı salonda bekleşen komşular işittiler." (Atilla İlhan)
-
Sert (bakış)
-
Ters, aksi (söz)
-
Kaba, yersiz (davranış)
- "Kaba denilecek kadar ani ve dik bir davranışla halasını bıraktı ve kalktı." (Halide Edip Adıvar)
-
Birbirine dikey olan doğrulardan oluşmuş
- "Dik açı. Dikdörtgen. Dik yamuk."
-
[sıfat]
Yatay bir düzleme göre yer çekimi doğrultusunda bulunan, eğik olmayan
- DEH
-
-
[ünlem]
Binek veya koşum hayvanlarını yürütmek için söylenen bir söz, dah
-
[ünlem]
Binek veya koşum hayvanlarını yürütmek için söylenen bir söz, dah
- DEM
-
Kelime Kökeni : Farsça
-
[isim]
Hazırlanan çayın renk ve koku bakımından istenilen durumu
- "Akasya dallarında bir tek bülbül uzun uzun dem çekiyor." (Haldun Taner)
- "Dinî seslere şarkı, çalgı sesleri cevap verir, onlara âdeta dem tutardı." (Abdülhak Şinasi Hisar)
- "Amerika'nın, er geç savaşa katılacağı ihtimalinden dem vurmak hayli zor bir işti." (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
-
Pişirilen yemeklerin yenecek kıvamda olması
-
Soluk, nefes
-
Zaman, çağ
- "Âdemden bu deme neslim getirdi / Bana türlü türlü meyve getirdi." (Âşık Veysel)
-
İçki
-
Koku
-
[isim]
Hazırlanan çayın renk ve koku bakımından istenilen durumu
- DAL
-
-
[isim]
Ağacın gövdesinden ayrılan kollardan her biri
- "Cılız dallar, yeşili fersiz, tırnak kadar yapraklar!" (Tarık Buğra)
- "Samimiyetimizin her köşesinde heybetli çınarlar gibi dal budak salmıştı." (Orhan Seyfi Orhon)
- "Dal gibi bir vücut üzerinde dev gibi bir baş!" (Yusuf Ziya Ortaç)
- "Yüreğinde onmaz bir karıncalanma vardı; onmaz bir kıpırtı dal sürüyordu, durmadan filizleniyordu." (Burhan Günel)
-
Branş
-
Bir bilim alanının içinde yer alan ana bilim dalında alt alanı
-
Canlıların bölümlenmesinde, sınıfların bir araya gelmesiyle oluşan birlik, şube
-
[isim]
Ağacın gövdesinden ayrılan kollardan her biri
- DİL
-
-
[isim]
Ağız boşluğunda, tatmaya, yutkunmaya, sesleri boğumlamaya yarayan etli, uzun, hareketli organ, tat alma organı
- "Ağzımı dolduran kocaman dil, kelimelere yer bırakmıyor ki..." (Yusuf Ziya Ortaç)
- "Çocuk, hâlâ dil ağız vermeden yatıyordu." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Ninniyi mutlaka söylemesi için ona bir sürü dil döktü." (Osman Cemal Kaygılı)
- "Mütemadiyen gülüp söylüyordum. Hacı Kalfanın ellerini dizlerine vurarak: -Dil otu mu yedin be kızım? diye bir gülmesi var ki..." (Reşat Nuri Güntekin)
-
Birçok aletin uzun, yassı ve çoğu hareketli bölümleri
- "Terazi dili."
- "Kendi kendime, adlı şiirinde bunu şöyle dile getirir." (Salâh Birsel)
- "Şair neslinin şarkıdan o kadar dili yandı ki şarkı kelimesini nerede görse silip üstüne türkü diyecek." (Bedri Rahmi Eyuboğlu)
- "Bunda yenilmiş, içilmiş bir şey yok ya! Sen onun dilini de anlarsın." (Memduh Şevket Esendal)
-
Büyükbaş hayvanların haşlanıp pişirildikten sonra yenebilen dili
- "Birkaç dilim ekmek, ince bir iki dilim peynir veya dil, bazen de haşlanmış bir sebze yemeği." (Sait Faik Abasıyanık)
-
Ayakkabı bağlarının ayağı rahatsız etmemesini sağlayan ve bağ altına rastlayan saya parçası
-
Kıstak
-
Makaraların ve bastikaların içine yerleştirilmiş olan, üzerinden geçirilen halatı istenilen yöne çevirmeye yarayan, çevresi oluklu, küçük döner tekerlek
- "İki dilli makara."
-
Bazı üflemeli çalgılarda titreşerek ses çıkaran ince metal yaprak
-
Anahtar
-
[isim]
Ağız boşluğunda, tatmaya, yutkunmaya, sesleri boğumlamaya yarayan etli, uzun, hareketli organ, tat alma organı
- DUA
-
Kelime Kökeni : Arapça
-
[isim]
Yakarış
- "Tanrı'nın, canını kocasından önce alması için dua etmekten başka çare bulamıyordu." (Atilla İlhan)
- "Duasının tutup tutmayacağını söyleyemezdi." (Tarık Buğra)
- "Elini öpüp duasını almak istedim." (Burhan Felek)
-
Tanrı'ya yalvarma, yakarış için söylenen dinî metin
- "Pazartesi, perşembe geceleri yatağında gizli gizli Arapça dua okurdu." (Aka Gündüz)
-
[isim]
Yakarış
- DAR
-
-
[sıfat]
İçine alacağı şeye oranla ölçüleri yetersiz olan, geniş ve bol karşıtı
- "Dar elbise. Dar ev."
- "Zavallı ihtiyarlar, sabah oldu mu bir yangından kaçar gibi kendilerini evden dar atıyorlar, gece yarısına kadar kahvede oturuyorlar, kavga ediyorlar, uyukluyorlardı." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Acaba bu içinde yaşadığımız hava neden bu kadar dar geliyor?" (Yahya Kemal Beyatlı)
- "Madam onu çocuğu gibi seviyordu. Dara düştüğü günlerde hizmetini hiç aksatmadan para mara istemedi." (Tarık Buğra)
-
Genişliği az veya yetersiz olan, ensiz, mikro
- "Sahilleri kucaklayan tatlı meltemler, bu mahallenin dar sokaklarından geçmiyordu." (Suat Derviş)
- "Lala da pek darda kaldığı zaman kabahati Gülsüm'ün üstüne yıkıyor." (Reşat Nuri Güntekin)
-
Az, elverişsiz, sınırlı
- "Bu dar gelirle hiçbir şey yapılamaz. Dar zaman."
-
Sıkıntılı
- "Dar bir gün gelmiş birinden üç beş kuruş almışım, ne çıkar!" (Memduh Şevket Esendal)
-
Yetersiz
- "Dar düşünce. Hayali dar."
-
[zarf]
Güçlükle, ucu ucuna, ancak
- "En sonra, pek çok sıkılan çocukların zoru ile akşam altı postasına dar yetiştiler." (Memduh Şevket Esendal)
-
[sıfat]
İçine alacağı şeye oranla ölçüleri yetersiz olan, geniş ve bol karşıtı
- DEK
-
-
[edat]
Bir işin, bir durumun sona erdiği zamanı veya yeri gösterir, kadar, değin
- "Bir iki adım atıp yanıma dek geliyor." (Zeyyat Selimoğlu)
-
[edat]
Bir işin, bir durumun sona erdiği zamanı veya yeri gösterir, kadar, değin
- DÜK
-
Kelime Kökeni : Fransızca
-
[isim]
Bazı devletlerde prensten sonra gelen en yüksek soyluluk unvanı
-
[isim]
Bazı devletlerde prensten sonra gelen en yüksek soyluluk unvanı
- DÖŞ
-
-
[isim]
Göğüs, bağır
- "Bana yastık olsun döşlerin güzel." (Âşık Veysel)
-
Kaburga altı
-
[isim]
Göğüs, bağır
- DUY
-
Kelime Kökeni : Fransızca
-
[isim]
Elektrik ampulünün takıldığı bakır veya pirinçten yivli yer
-
[isim]
Elektrik ampulünün takıldığı bakır veya pirinçten yivli yer
- DUŞ
-
Kelime Kökeni : Fransızca
-
[isim]
Temizlik veya tedavi amacıyla suyu yüksekten üzerine doğru püskürtme yoluyla yıkanma
- "Soğuk bir duş, sonra da deliksiz bir uyku!" (Atilla İlhan)
-
Bu biçimde yıkanmaya yarayan alet
-
[isim]
Temizlik veya tedavi amacıyla suyu yüksekten üzerine doğru püskürtme yoluyla yıkanma
- DÜŞ
-
-
[isim]
Uyurken zihinde beliren olayların, düşüncelerin bütünü, rüya
- "Dadaloğlu'm, sevdası var başımda / Gündüz hayalimde, gece düşümde." (Dadaloğlu)
- "İnsanoğlu, yüzyıllar sonrası için de düşler kurmaktan geri durmamıştır." (Melih Cevdet Anday)
-
Gerçek olmayan şey, imge, hayal
-
Gerçekleşmesi istenen şey, umut
-
[isim]
Uyurken zihinde beliren olayların, düşüncelerin bütünü, rüya
- DİŞ
-
-
[isim]
Çene kemiklerinin üstüne dizili, ısırıp koparmaya ve çiğnemeye yarayan sert, beyaz organlardan her biri
- "İşlerinden uzaklaştırılanlara gelince onlar Bahadır'a fena hâlde diş bilemekte idiler." (Haldun Taner)
- "Karşısındakine diş geçirmek inadı gene kabarmıştı." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Anası cahil kadın... Delikanlı oğluna diş geçiremedi." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Şöyle iki dişe dokunan, ciğere işleyen söz işitsem, şöyle tatlı, basit bir nağme duysam yok mu..." (Sait Faik Abasıyanık)
-
Çark, testere, tarak vb. çentikli şeylerdeki çıkıntıların her biri
- "Çarkın dişleri tebessüm eder gibi tatlı bir ses çıkardı." (Sait Faik Abasıyanık)
- "Kelimeyi dişimize vurmuşuz, beğenmişiz, saklamışız. Benimsemişiz." (Bedri Rahmi Eyuboğlu)
-
Sarımsak dilimi, karanfil vb.nde dişe benzetilen tane
- "Bir diş sarımsak, iki diş karanfil."
-
Bazı dantel ve işlemelerin kenarlarındaki yuvarlak sivri bölüm
-
Omurgalı hayvanların çenelerinde veya ilkel yapılı omurgalıların gırtlak ve ağızlarında bulunan kemiksi sert parçalar
-
[isim]
Çene kemiklerinin üstüne dizili, ısırıp koparmaya ve çiğnemeye yarayan sert, beyaz organlardan her biri
- DİZ
-
-
[isim]
Kaval, baldır ve uyluk kemiğinin birleştiği yer
- "Köşeye yaslanmış, bir dizini altına almış, öteki dizini dikmiş, kolunu da uzatmış, anlatıyordu." (Memduh Şevket Esendal)
- "Beni dinleyin deyip hemen önümüze diz çöktü." (Sermet Muhtar Alus)
- "Beş yüz sene evvel bahadır babalarımızın sizi dize getirerek zapt ettiği yerleri alamayacaksınız." (Ömer Seyfettin)
- "Bir nişanlısı var ki hiçbir iş görmez, evden dışarı çıkmaz, kızın dizi dibinden ayrılmaz." (Memduh Şevket Esendal)
-
Oturulduğunda uyluğun üst yanı
-
[isim]
Kaval, baldır ve uyluk kemiğinin birleştiği yer
- DÜZ
-
-
[sıfat]
Yatay durumda olan, eğik ve dik olmayan
- "Düz tahta."
- "Düğünevinin avlusuna girerken yeni düze inmiş efeler gibi nara attı." (Ömer Seyfettin)
-
Kıvrımlı olmayan, doğru
- "Düz çizgi."
-
Yüzeyinde girinti çıkıntı olmayan, müstevi
-
Kısa ökçeli, ökçesiz (ayakkabı)
-
Yayvan, altı derin olmayan
- "Düz kayık. Düz tabak."
-
Kıvırcık veya dalgalı olmayan (saç)
-
Yalın, sade, süssüz
- "Düz bir anlatım."
-
Çizgisiz, desensiz ve tek renkli
- "Düz bir kumaş."
-
[isim]
Engebesiz olan yer, düzlük, ova
- "Kardaş gitmem Diyarbakır düzüne / Kızlar peri olsa bakmam yüzüne." (Halk türküsü)
-
[sıfat]
Yatay durumda olan, eğik ve dik olmayan