Sonunda r olan 3 harfli 61 kelime var. R harfi ile biten kelimeler listesini inceleyerek aradığınız kelimeleri bulabilirsiniz. Türkçe araştırmalarınızda, scrabble oyununda bu kelimeleri kullanabilirsiniz. Ayrıca İçinde r harfi olan kelimeler listesine ya da başında r harfi olan kelimeler listesine gözatmak isteyebilirsiniz. Ayrıca şunu da deneyebilirsiniz, işlerinizi kolaylaştıracak bir kelime bulucu : Kelime bulma makinesi
Harf Sayısına Göre Kelimeler
Daha kapsamlı sonuç için lütfen kelime bulma makinesini kullanın.
Bazı kelimelerin anlamları (Kaynak : TDK)
- BAR
- 
    - 
                        [isim]
                    
                        Anadolu'nun doğu ve kuzey bölgesinde, en çok Artvin ve Erzurum yörelerinde el ele tutuşularak oynanan, ağır ritimli bir halk oyunu
                    
                    - "Hançer barı."
- "Bahçesi var, bağı var, ayvası var, narı var / Atamızdan yâdigâr bizde ata barı var" (Halk türküsü)
 
 
- 
                        [isim]
                    
                        Anadolu'nun doğu ve kuzey bölgesinde, en çok Artvin ve Erzurum yörelerinde el ele tutuşularak oynanan, ağır ritimli bir halk oyunu
                    
                    
- YIR
- 
    - 
                        [isim]
                    
                        Ezgi, türkü, nağme
                    
                    
- 
                    
                        Şiir
                    
                    
 
- 
                        [isim]
                    
                        Ezgi, türkü, nağme
                    
                    
- KER
- 
    Kelime Kökeni : Farsça - 
                        [isim]
                    
                        Kuvvet, kudret
                    
                    
 
- 
                        [isim]
                    
                        Kuvvet, kudret
                    
                    
- KÜR
- 
    Kelime Kökeni : Fransızca - 
                        [isim]
                    
                        İyi bakım ve ilaç tedavisi
                    
                    - "Daireden yıllık iznimi alınca kürümü günde on iki saate çıkardım." (Haldun Taner)
 
- 
                    
                        Özel tedavi yöntemi
                    
                    
 
- 
                        [isim]
                    
                        İyi bakım ve ilaç tedavisi
                    
                    
- TOR
- 
    - 
                        [isim]
                    
                        Sık gözlü ağ
                    
                    
 
- 
                        [isim]
                    
                        Sık gözlü ağ
                    
                    
- LİR
- 
    Kelime Kökeni : Fransızca - 
                        [isim]
                    
                        Kaynağı mitolojik çağlara dayanan kirişli bir çalgı
                    
                    
 
- 
                        [isim]
                    
                        Kaynağı mitolojik çağlara dayanan kirişli bir çalgı
                    
                    
- KOR
- 
    - 
                        [isim]
                    
                        İyice yanarak ateş durumuna gelmiş kömür veya odun parçası
                    
                    - "Gözleri kor gibi yanan ve bir ölüden daha sarı olan diğer bir yaralı yatıyordu." (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
 
- 
                    
                        Büyük acı, üzüntü, sıkıntı, dert
                    
                    - "Kimseye göstermedikleri bir kor yanar içlerinde." (Çetin Altan)
 
- 
                        [sıfat]
                    
                        Kırmızı renkli
                    
                    - "Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli." (Yahya Kemal Beyatlı)
 
 
- 
                        [isim]
                    
                        İyice yanarak ateş durumuna gelmiş kömür veya odun parçası
                    
                    
- SER
- 
    Kelime Kökeni : Farsça - 
                        [isim]
                    
                        Baş, kafa
                    
                    - "Sertabip. Sermürettip."
- "Bakakalırım giden geminin ardından / Atamam kendimi denize, dünya güzel / Serde erkeklik var, ağlayamam." (Orhan Veli Kanık)
 
- 
                    
                        Başkan, reis
                    
                    - "Sertabip. Sermürettip."
 
 
- 
                        [isim]
                    
                        Baş, kafa
                    
                    
- DAR
- 
    - 
                        [sıfat]
                    
                        İçine alacağı şeye oranla ölçüleri yetersiz olan, geniş ve bol karşıtı
                    
                    - "Dar elbise. Dar ev."
- "Zavallı ihtiyarlar, sabah oldu mu bir yangından kaçar gibi kendilerini evden dar atıyorlar, gece yarısına kadar kahvede oturuyorlar, kavga ediyorlar, uyukluyorlardı." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Acaba bu içinde yaşadığımız hava neden bu kadar dar geliyor?" (Yahya Kemal Beyatlı)
- "Madam onu çocuğu gibi seviyordu. Dara düştüğü günlerde hizmetini hiç aksatmadan para mara istemedi." (Tarık Buğra)
 
- 
                    
                        Genişliği az veya yetersiz olan, ensiz, mikro
                    
                    - "Sahilleri kucaklayan tatlı meltemler, bu mahallenin dar sokaklarından geçmiyordu." (Suat Derviş)
- "Lala da pek darda kaldığı zaman kabahati Gülsüm'ün üstüne yıkıyor." (Reşat Nuri Güntekin)
 
- 
                    
                        Az, elverişsiz, sınırlı
                    
                    - "Bu dar gelirle hiçbir şey yapılamaz. Dar zaman."
 
- 
                    
                        Sıkıntılı
                    
                    - "Dar bir gün gelmiş birinden üç beş kuruş almışım, ne çıkar!" (Memduh Şevket Esendal)
 
- 
                    
                        Yetersiz
                    
                    - "Dar düşünce. Hayali dar."
 
- 
                        [zarf]
                    
                        Güçlükle, ucu ucuna, ancak
                    
                    - "En sonra, pek çok sıkılan çocukların zoru ile akşam altı postasına dar yetiştiler." (Memduh Şevket Esendal)
 
 
- 
                        [sıfat]
                    
                        İçine alacağı şeye oranla ölçüleri yetersiz olan, geniş ve bol karşıtı
                    
                    
- TAR
- 
    - 
                        [isim]
                    
                        Doğu Anadolu ile Azerbaycan'da çalınan bir çalgı türü
                    
                    
 
- 
                        [isim]
                    
                        Doğu Anadolu ile Azerbaycan'da çalınan bir çalgı türü
                    
                    
- KUR
- 
    Kelime Kökeni : Fransızca - 
                        [isim]
                    
                        Yabancı paraların ulusal para cinsinden değeri
                    
                    - "Resmî kura göre doların değeri yeniden ayarlandı."
 
- 
                    
                        Düzey
                    
                    
 
- 
                        [isim]
                    
                        Yabancı paraların ulusal para cinsinden değeri
                    
                    
- DUR
- ...
- VAR
- 
    - 
                        [sıfat]
                    
                        Mevcut, evrende veya düşüncede yer alan, yok karşıtı
                    
                    - "Var gücüyle çalışmak."
- "Var ol, Halit ağabey!" (Haldun Taner)
- "Yüzünde varla yok arası bir gülümseme, özlem giderircesine, uzun uzun süzdü dostunu." (Tahsin Yücel)
- "Varsa kızı yoksa kızı, oğlunun yüzüne baktığı yok."
 
- 
                        [isim]
                    
                        Sahiplik bildiren olumlu ad cümleleri kuran bir söz
                    
                    - "Rahatsız etmek istemem hem de işim var." (Halide Edip Adıvar)
 
- 
                        [isim]
                    
                        Elde bulunan her şey
                    
                    - "Elimizden alınan şeyler bütün varımız ve bütün varlığımızdır." (Ruşen Eşref Ünaydın)
 
 
- 
                        [sıfat]
                    
                        Mevcut, evrende veya düşüncede yer alan, yok karşıtı
                    
                    
- ZOR
- 
    Kelime Kökeni : Farsça - 
                        [isim]
                    
                        Sıkıntı, güçlük, rahatsızlık
                    
                    - "Onun için hiçbir zorum, sıkıntım yokmuş gibi ara sıra denize taşlarımı atmakta devam ederek hızlı hızlı yürüdüm." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Ama, sevdiğimiz insanın acı çekmesini seyretmek, ölüm acısından çok daha zor gelmiştir bana." (Kemal Tahir)
- "Bizim anlayacağımız, bu memleketin iki tek zoru var. Biri okul, öteki de yol." (Bedri Rahmi Eyuboğlu)
- "Onları susmak zorunda bırakmanın sıkıntısını duyuyorum." (Necati Cumalı)
 
- 
                    
                        Yüküm, mecburiyet
                    
                    - "Artık kızının evinde kalışının zordan olduğunu biliyordu." (Necati Cumalı)
 
- 
                    
                        Baskı
                    
                    - "Hocaların zoru ile çıkarılmış olan bu kanun yürümedi." (Memduh Şevket Esendal)
 
- 
                        [sıfat]
                    
                        Sıkıntı veya güçlükle yapılan, kolay karşıtı
                    
                    - "Sabır güzel, faydalı; fakat zor şeydir." (Burhan Felek)
 
- 
                        [zarf]
                    
                        Güçlükle, zorla
                    
                    - "El ele vermiş polisler kaldırımlardan taşan halk kütlesini zor zapt ediyorlardı." (Haldun Taner)
 
- 
                        [ünlem]
                    
                        "Yapamazsın" anlamında kullanılan bir söz
                    
                    
 
- 
                        [isim]
                    
                        Sıkıntı, güçlük, rahatsızlık
                    
                    
- YER
- 
    - 
                        [isim]
                    
                        Dünya
                    
                    - "Yer bakır gök demir kesilmiş, günlerden beri deniz karış karış aranmış, balık yoktur." (Sait Faik Abasıyanık)
- "Sinemada zar zor bir yer bulduk."
- "Etrafını zehirleye zehirleye yaşadıktan sonra hâlâ insanlar ona kendi aralarında bir yer veriyorlardı." (Mahmut Yesari)
- "Hakkın var imam, hakkın var, yerden göğe kadar hakkın var." (Memduh Şevket Esendal)
 
- 
                    
                        Bir şeyin, bir kimsenin kapladığı veya kaplayabileceği boşluk, mahal, mekân
                    
                    - "İzinsiz bir yere gitmek ne haddime?" (Memduh Şevket Esendal)
- "Bu maddede yer alan genel sıralama sebepleri temel hak ve hürriyetleri tümü için geçerlidir." (Anayasa)
- "Aklımda yer etmiş olmalı ki mahalleden çıkarken biliyordum oraya gideceğimi." (Orhan Pamuk)
- "Hanımların içinde rezil olmuştur, yer yarılsa da içine geçsem diye aklından geçmiştir." (Haldun Taner)
 
- 
                    
                        Gezinilen, ayakla basılan taban
                    
                    - "Ayıp bir şey gördü mü kulaklarına kadar kızarıyor, gözünü yerde bir noktaya dikip öylece kalakalıyordu." (Haldun Taner)
- "Herkes onun az zamanda büyük yer tutacağını, bir zaman gelip sefir, nazır olacağını söylüyorlar." (Memduh Şevket Esendal)
- "Yürütme yetkisi ve görevi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından ... yerine getirilir." (Anayasa)
 
- 
                    
                        Bulunulan, yaşanılan, oturulan bölge
                    
                    - "Anadolu'nun bazı yerlerinde eski bir kocakarı itikadı vardır." (Reşat Nuri Güntekin)
- "Kadınlara yer vermek alışkanlığı da olmadığından, çok kez ayakta kalır." (Erhan Bener)
 
- 
                    
                        Durum, konum, vaziyet
                    
                    - "Türkiye stratejik bakımdan önemli bir yerdedir."
 
- 
                    
                        Ülke
                    
                    
- 
                    
                        Görev, makam
                    
                    - "Askerden gelirse bakalım bir yere yerleştirebilecek miyiz?" (Memduh Şevket Esendal)
 
- 
                    
                        Önem
                    
                    - "Uçağın yurt savunmasındaki yeri."
 
- 
                    
                        İz
                    
                    
- 
                    
                        Üzerine yapı kurulmaya elverişli arazi, arsa
                    
                    - "Deniz kıyısında bir yer aldılar, ev yapacaklar."
 
- 
                    
                        Ekime elverişli toprak parçası, arazi
                    
                    - "Çorak yerde ot bitmez."
 
- 
                    
                        Bir olayın geçtiği veya geçeceği bölüm, alan, mahal
                    
                    - "Toplantı yeri. Kaza yeri."
 
- 
                    
                        Otel, motel vb.nde kalınacak oda
                    
                    - "Yeriniz var mı?"
 
- 
                    
                        Sinema ve tiyatroda veya taşıtlarda oturulacak koltuk, sandalye
                    
                    - "Ön tarafta bir yer bulup oturunca kurnazlığına pek sevindi." (Haldun Taner)
 
- 
                    
                        Durum, konum
                    
                    - "Sen benim yerimde olsan ne yapardın?"
 
 
- 
                        [isim]
                    
                        Dünya
                    
                    
- ÇAR
- 
    Kelime Kökeni : Rusça - 
                        [isim]
                    
                        Rus imparatorlarına ve Bulgar krallarına verilen unvan
                    
                    
 
- 
                        [isim]
                    
                        Rus imparatorlarına ve Bulgar krallarına verilen unvan
                    
                    
- SUR
- 
    Kelime Kökeni : Arapça - 
                        [isim]
                    
                        Kale duvarı
                    
                    
 
- 
                        [isim]
                    
                        Kale duvarı
                    
                    
- PER
- ...
- MİR
- 
    Kelime Kökeni : Farsça - 
                        [isim]
                    
                        Baş, kumandan, amir
                    
                    
- 
                    
                        Bey, emir
                    
                    
 
- 
                        [isim]
                    
                        Baş, kumandan, amir
                    
                    
- KIR
- 
    - 
                        [isim]
                    
                        Beyazla az miktarda siyah karışmasından oluşan renk
                    
                    - "Gözlerinden, kırları artan sakalına bir iki damla yaş düştü." (Falih Rıfkı Atay)
- "Düşük siyah bıyıklarına, sakalına pek az kır düşmüş olan Selim Paşa, karısından çok genç görünüyordu." (Halide Edip Adıvar)
 
- 
                        [sıfat]
                    
                        Bu renkte olan
                    
                    - "Kır sakal. Kır at."
 
 
- 
                        [isim]
                    
                        Beyazla az miktarda siyah karışmasından oluşan renk
                    
                    
